4- YABAN / YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU
"Yalnızlık dinmeyen bir sızıdır"
Yaban
Yaban
Yaban için kısaca, Türk Aydınıyla Türk Köylüsü
arasındaki uçurumun, köy halkının
milli değerlere bakış açısının ve yaşam tarzının anlatıldığı eleştirel bir roman diyebiliriz.
Ancak, romanda anlatılan köy haklının, köy yaşam tarzı ve ahlakının, köylünün birinci dünya savaşı ve kurtuluş savaşına bakış açısının ve milli mücadeleye olan duyarsızlığının tam anlamıyla gerçeği yansıtmadığını, roman boyunca yalnızca olumsuz yönlerinin ön plana çıkartılmasının, ön yargılı bir bakış açısının eseri olduğunu düşünüyorum.
Köy halkı ile ilgili yapılan eleştiriler için kitabın 25, 26, 27, 35, 36, 72, 119, 120, 121 inci sayfalarına bakılabilir.
Yazar, kitabın başında yer alan "Yaban'ın İkinci Basılışı Vesilesiyle" başlıklı metinde bu eleştirilere cevap veriyor. "Yaban'a yöneltilen başlıca suç, kitabın köylü aleyhtarı bir karakter taşıması; köylünün maddi ve manevi sefaletini bir entelektüel ağzından tezfiye kalkmış olmasıdır. (...) Bu bütün manasıyla iftiradır (S; 10)" diyerek yapılan eleştirileri haksız bulduğunu, köylüyü içine düştüğü durumdan dolayı suçlamadığını, bunda aydınların da suçunun olduğunu ifade etmektedir.
Ancak, romanda anlatılan köy haklının, köy yaşam tarzı ve ahlakının, köylünün birinci dünya savaşı ve kurtuluş savaşına bakış açısının ve milli mücadeleye olan duyarsızlığının tam anlamıyla gerçeği yansıtmadığını, roman boyunca yalnızca olumsuz yönlerinin ön plana çıkartılmasının, ön yargılı bir bakış açısının eseri olduğunu düşünüyorum.
Köy halkı ile ilgili yapılan eleştiriler için kitabın 25, 26, 27, 35, 36, 72, 119, 120, 121 inci sayfalarına bakılabilir.
Yazar, kitabın başında yer alan "Yaban'ın İkinci Basılışı Vesilesiyle" başlıklı metinde bu eleştirilere cevap veriyor. "Yaban'a yöneltilen başlıca suç, kitabın köylü aleyhtarı bir karakter taşıması; köylünün maddi ve manevi sefaletini bir entelektüel ağzından tezfiye kalkmış olmasıdır. (...) Bu bütün manasıyla iftiradır (S; 10)" diyerek yapılan eleştirileri haksız bulduğunu, köylüyü içine düştüğü durumdan dolayı suçlamadığını, bunda aydınların da suçunun olduğunu ifade etmektedir.
Bunların hiçbiri (köy halkı) “ne yaptığını” bilmiyor. Eğer, bilmiyorlarsa kabahat kimin? Kabahat, benimdir. Kabahat, ey bu satırları heyecanla okuyacak arkadaş; senindir. Sen ve ben onları, yüzyıllardan beri bu yalçın tabiatın göbeğinde, herkesten, her şeyden ve her türlü yaşamak zevkinden yoksun bir avuç kazazede halinde bırakmışız. Açlık, hastalık ve kimsesizlik bunların etrafını çevirmiştir. Ve cehalet denilen zifiri karanlık içinde, ruhları, her yanından örülü bir zindanda gibi mahpus kalmıştır. Bu zavallı insanlardan, sevgi, şefkat ve insanlık namına, artık ne bekleyebiliriz? Bu iklimin çoraklığı, ruhlarını kurutmuştur. Bu ıssızlık ve bu gurbet onlara müthiş bir egoizm dersi vermiştir. Onun için her biri kendi yuvasında bir kunduza dönmüştür. (Sayfa: 181)
Yazarın yapılan eleştirilere olan itirazları için, ayrıca aşağıda 72, 110 ve 111 inci sayfalardan alıntıladığım altı çizili satırlara da bakılabilir.
Takdir okuyucunun.
Peki kimdir bu Yaban.
"İstanbul’un en muhteşem konaklarından birinde doğup parıltılı hülya iklimlerine doğru kanat açıp uçtuktan sonra, kanatlarının biri kırılmış,(…) otuz iki yaşında bir emekli asker, bütün geleceği geride kalmış sakat bir delikanlı (S;67)”, Birinci Dünya Savaşında sağ kolunu kaybetmiş bir gazi olarak cepheden dönen Yedek Subay Ahmet Celal’dir.
Peki kimdir bu Yaban.
"İstanbul’un en muhteşem konaklarından birinde doğup parıltılı hülya iklimlerine doğru kanat açıp uçtuktan sonra, kanatlarının biri kırılmış,(…) otuz iki yaşında bir emekli asker, bütün geleceği geride kalmış sakat bir delikanlı (S;67)”, Birinci Dünya Savaşında sağ kolunu kaybetmiş bir gazi olarak cepheden dönen Yedek Subay Ahmet Celal’dir.
Ahmet Celal, İstanbul'da
yaşayamayacağını düşündüğü sırada, emir eri Mehmet Ali’nin “Gel beyim seni
bizim köye götüreyim, buralarda yalnız başına ser sebil olursun (...) (S;17)” dediği vakit,
bu daveti kabul eder hemen. Ancak, köylüde, köy yerinde aradığını bulamaz.
Köylü ile arasındaki mesafe, her geçen gün daha da açılır. Köylü için ise bir
“Yaban” dır o.
Yaban'ın (ve yazarın) düşüncelerine tam olarak katılmasam da, içine düştüğü yalnızlığı "Nereye gideyim. Benim yerim neresidir. Kimlere doğru varayım. Beni kimler anlar. Kimler derdime deva bulur. Beni bu illetten, beni bu gurbetten kim kurtarabilir. Hangi kardeş. Hangi hemşire. Hangi can yoldaşı (S;85)” diye anlatan, "geceleri sabahlara kadar okumayayım da ne yapayım? (S;21)" diyerek kitaplara kaçan ve okuma serüvenimde izler bırakan, köy kızı Emine'ye sevdalı “Yaban” ı dinlemek, yalnızlığında ona yaren olup sohbet etmek, tartışmak isterseniz eğer, kitaptan yaptığım uzun uzun alıntılardan köprü yaptım sizler için.
Yaban, sizi bekliyor ...
Yunis ELMAS
Kitap: YABAN
Yazarı: Yakup Kadri KaraosmanoğluSayfa Sayısı: 214 (Roman 17-198)
Yayınevi: İletişim
ALTI ÇİZİLİ DİĞER SATIRLAR
Bu köyde de hiç
kimse kolsuz olduğumun farkında değil. Oysa, burada, isterdim ki, farkında
olsunlar. Zira, sağ kolumu, ben, onlar için kaybettim. İstanbul’da zilletim
olan şey burada şerefimdir. Hatta, ilk günler Mehmet Ali ile köyde dolaşırken
şuna buna rastgeldik mi, hemen sağ yanımı çevirirdim. Hele, yeni yetişen
delikanlılarla genç kızlara ne yapıp yapıp mutlaka bu eksikliğimi hissettirmeye
çabalardım. Bu, benim son süsüm, son gösterişim, son çalımımdı. Beş on gün
içinde o da gitti. Sağ kolumun yokluğu kimsenin takdirini celbetmek şöyle
dursun, hatta merhametini bile uyandırmadı. Acaba niçin? Bunu sonradan anladım.
Zira, burada sakatlık hemen herkese mahsus bir hal gibidir. (…) Şimdi, düşünün,
bu illet ve sakatlık yuvasında ben nasıl kendimi gösterebilirim?
(Sayfa;19)
Köye geldiğim ilk
günden beri, daima, herkesten ayrı bir durumdaydım. Gözle görünmez bir çember,
bir nevi karantina kordonu beni aralarına karışmak istediğim bu küçük insan
kümesinden ayırıp duruyor. Ne yapsam bu çemberi yaramıyorum. Zaten, korkunç
engin bir ıssızlıkla çepeçevre çevrilmiş bir köyün içinde benim etrafımı ayrıca
başka bir ıssızlık sarmış bulunuyor.
(Sayfa;19,20)
(Mehmet Ali) Beyim
geceleri sabahlara dek mırıl mırıl ne okuyup duruyorsun? Seni büyü yapar
sanırlar.
(Yaban) Geceleri sabahlara
kadar okumayayım da ne yapayım? Ben, el ayak çekildikten sonra odamın kapısını
sürmeleyip kitaplarımla baş başa kalmak saatini dört gözle beklerim. Çünkü, bu
ömrümün bütün hazin sergüzeştini ve yaşadığım anın ağır sıkıntısını unuttuğum
tek saattir. O vakit, bu çıplak ve yalçın oda, gerçek dünyadan daha geniş, daha
ferahlı bir âlemin munis, sevimli ve her biri sihir ve füsunla yoğrulmuş
mahlûkları ile dolmağa başlar.
Kendileri çekildikten
sonra kokuları havada kalan dilber ve nadide kadınlar, sesleri bir ana sesinden
daha yakın, daha dokunaklı arkadaşlar, nur çehreli ihtiyarlar, coşkun suya
benzeyen berrak gözlü, Dante'nin Beatrice'i, Petrarka'nın
Leonora'sı, Romeo'lar, Julietta'lar ve daha birçok tatlı hayaller… Kimi
yatağının üstünde yanyana, kimi bir küçük çocuk gibi benim kucağımda, kimi bir
iskemlede tek başına, kimi ayakta, kimi pencerenin kenarında dirseğine
dayanmış; kimi odanın içinde bir aşağı beş yukarı dolaşarak benimle sabahı
ederler; ve sabaha kadar, havada kutsal bir orkestranın yankıları dalgalanır ve
yaradanlarla yaratıkların elele verip hep birarada raksettikleri sezilir.
(Sayfa;
21,22)
Talim, terbiye, iyi örnek,
bunların hepsi geçici şeylerdir. Ve çevre değiştirmedikçe, insanın değişmesine
imkân yoktur. Bu küçük mülahazadan Türkiye’deki yenilik ve garpçılık
hareketlerinin, neden başarısızlığa uğradığı sorununa kadar çıkabiliriz.
(Sayfa; 25, 26)
Gün geçtikçe daha iyi
anlıyorum: Türk “entelektüeli”, Türk aydını, Türk ülkesi denilen bu engin ve
ıssız dünya içinde bir garip yalnız kişidir. (…) Her memleketin köylüsüyle
okumuş yazmış zümresi arasında, aynı derin uçurum var mıdır. Bilmiyorum! Fakat
okumuş bir İstanbul çocuğu ile bir Anadolu köylüsü arasındaki fark bir Londralı
İngiliz’le bir Pencap’lı Hintli arasındaki farktan daha büyüktür. Bunu yazarken
elim titriyor.
(Sayfa;
36)
Eleme, kedere, hatta
sevince bir sınır tayin etmek… Bunu, yalnız şehirlerde olur bilirdim. Meğer
insan, köylerde, dağ başlarında ve mağara kovuklarında da samimi olmak, içinden
geldiği gibi, içinden geldiği kadar gülüp ağlamak hürriyetine sahip değilmiş. Toplumun
görenekleri, kuralları, insanların yarı çıplak yaşadıkları bu köstebek yuvalarında
da aynı şiddetle hüküm sürüyormuş.
Hele, bu donmuş alem
içinde, sevinçli bir adam görmek kadar anormal bir şey olur mu? Bu toprak duvarlar,
örüldükleri günden beri mutlaka hiçbir kahkahanın aksi ile çınlamamıştır. Bu
durgun tevekkül havası, hiçbir şenlik gürültüsüyle dalgalanmamıştır.
(Sayfa;
39,40)
Geçen gün, kırlarda
dolaşırken ayağım bir konserve kutusuna çarpmıştı. Durup bakmıştım. Bu kutu
Amerika’dan gelmiş bir kutu idi ve üstünde İngilizce bir şeyin adı yazılı idi.
Bu kutuyu buraya hangi yolcular bıraktı? Kimbilir ne zamandan beri kaldı,
bilmiyorum. Fakat tuhaf bir ilgiyle eğildim, elime aldım, baktım adeta bir eski
aşinayı görür gibi oldum. Ben, bu topraklarda, işte
bu teneke kutunun eşiyim.
(Sayfa; 68,69)
Köylüde mülkiyet duygusu her şeyin üstündedir, derler. Uzun yüzyıllardan beri devam eden dış istilalar, iç eşkıyalıklar Türk köylüsünde bu duyguyu da köreltmiştir. Hepsinin içinde, semavi bir afet esnasında bir koyun sürüsünün ürkekliğinden bir şey var. Neden ürküyorlar?
Bunu tarif ve tahlil etmek mümkün değildir. Onları bu hale koyan, üstünde yaşadıkları bu sert ve haşin tabiat mıdır? Merhametsiz bir üvey ananın göğsü gibi hareketsiz bu topraklarda ancak böyle bir öksüz çocuk ruhu dalgalanabilir.
(Sayfa; 72)
(Kendisinden kaçan Emine'nin arkasından)
Köylüde mülkiyet duygusu her şeyin üstündedir, derler. Uzun yüzyıllardan beri devam eden dış istilalar, iç eşkıyalıklar Türk köylüsünde bu duyguyu da köreltmiştir. Hepsinin içinde, semavi bir afet esnasında bir koyun sürüsünün ürkekliğinden bir şey var. Neden ürküyorlar?
Bunu tarif ve tahlil etmek mümkün değildir. Onları bu hale koyan, üstünde yaşadıkları bu sert ve haşin tabiat mıdır? Merhametsiz bir üvey ananın göğsü gibi hareketsiz bu topraklarda ancak böyle bir öksüz çocuk ruhu dalgalanabilir.
(Sayfa; 72)
(Kendisinden kaçan Emine'nin arkasından)
Derenin kenarına çöküyorum. “Dede Korkut”da bir tabir var: Böğür, böğür. Ben, işte böğür böğür ağlamak istiyorum.
Nereye gideyim?
Benim yerim neresidir?
Kimlere doğru varayım?
Beni kimler anlar? Kimler
derdime deva bulur? Beni bu illetten, beni bu gurbetten kim kurtarabilir? Hangi
kardeş? Hangi hemşire? Hangi can yoldaşı? Hey, ana toprak, ne kadar
merhametsiz, ne kadar katısın? Benim ıstırabıma ne kadar yabancısın? Ben senin
üvey evladın mıyım? Yoksa sen mi benim üvey anamsın? Eğer, ben senin üvey
evladın isem bu kolu kimin yoluna feda ettim? Niçin şu anda, bu genç yaşımda
bir derenin kenarında bir insan Viranesiyim?
Senin yoluna gençliğimi
harcadıktan sonra, gene orada, o düşmüş şehirde, senin hasretinle yanan ben
değil miyim? İşte geldim: İşte geldim. Fakat, benim önümde, kızların kaçıyor.
Bana kızların arkalarını çeviriyor. Onlara her uzattığım el boşlukta kalıyor.
Eğer sen bir üvey ana
olsaydın, ıstırabın benim ıstırabıma bu kadar benzer miydi? Sen de bencileyin,
bu kadar garip, bu kadar yoksul… Sen de bencileyin bu kadar derdini anlatmadan
aciz olur muydun? Benim için senin yüzün Zeynep Kadının yüzünün eşidir. O halde
hepimizin anlaşmamıza engel olan şey nedir?
(Sayfa; 85,86)
Lokomotif, ray, istasyon… Sahi,
yazmayı unuttum. Oysa, benim için mevsimin en büyük hadiselerinden biri de bu
olmuştu. Eğer, ıssız, ücra Anadolu yaylalarının ortasında, uzun müddet
kalmışsanız, sizi medeni merkezlerden birine ulaştırmak kudretine haiz olan
şeylerden birini görmenin, bir telgraf direğiyle, bir demiryoluyla, bir
istasyon binasıyla karşı karşıya gelmenin ne olduğunu mutlaka bileceksiniz. Bilmeyene
ise bunu anlatmak çok güçtür.
Lakin, ben bütün bu yazıları bir kimseye bir şey anlatmak için yazmıyorum. Hayır,
hayır, bu hiç aklımdan geçmedi. Ben bu yazıları, kendi kendime konuşmak için,
yalnız bunun için yazıyorum.
(Sayfa; 98)
(Sayfa; 98)
Yalnızlık dinmeyen bir
sızıdır.
(Sayfa: 109)
Mütarekenin ilk
günlerinde, bana bir tanıdık diyordu ki: “Ne bu zırhlılardan, ne bu ordudan, ne
sokak başlarındaki bu makineli tüfeklerden korkuyorum. Beni, korkutan şey,
kendi aramızdaki anlaşmazlıklar, kendi aramızdaki nifaklardır. Bizi asıl bu
mahvedecek.” Ben, içimden diyordum ki, bu adam bu hükmü hep İstanbul’a göre veriyor,
karışık ve bulanık bir şehir halkının huyunu bütün millete mal ediyor. Asıl
vatanı, asıl milleti, Anadolu’yu hesaba katmıyor. Orası, buradaki nifaklardan
ve pisliklerden arıdır. Orası, benim gözümde, ıstırabın en özlü alevlerinde
kaynayıp pişmiş bir hayat mayasıyla yuğrula yuğrula kutsallaşmıştır.
Bu ülkede, temiz yürekli,
duygulu ve candan insanlar vardı. Zenginin kapısı fakire açık ve gurbet
yolları, sonunda mutlaka bir sıcak yurda ulaşacaktı. Orada, bütün kadınlar ana,
bütün kızlar kardeş ve bütün çocuklar evlattı. Oranın taşı arkadaş, yoksulluğun
derecesi bence malumdu. Fakat, bu maddi yoksulluğun içinde bir manevi varlık
bulacağımı sanıyordum.
Şimdi ne görüyorum?
Anadolu… Düşmana akıl öğreten müftülerin, düşmana yol gösteren köy ağalarının,
her gelen gasıpla bir olup komşusunun malını talan eden kasaba eşrafının, asker
kaçağını koynunda saklayan zinacı kadınların, frengiden burnu çökmüş sahte
sofuların, cami avlusunda oğlan kovalayan softaların türediği yer burasıdır.
Burada, bıyıklarını makasla
kırptı diye nice fikir ve ümit dolu Türk gencinin kafası taş altında ezildi.
Burada, yüzü düşmana dönük, nice vatan mücahitleri savundukları kimselerin
eliyle arkadan vuruldu. Burada, milli
timsalin, milli bağımsızlık sembolünün yolu kaç defa kesildi ve kaç defa
oturduğu şehrin etrafı isyan silahlarıyla çevrildi. Burada, ben, vatan delisi
millet divanesi; burada ben harp malulü Ahmet Celal yapayalnızım.
Bunun nedeni, Türk aydını,
gene sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca,
yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne
attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun.
Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi biti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? Tabii ayaklarına batacak. İşte, her yanın yarılmış bir halde kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi eserindir.
Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi biti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? Tabii ayaklarına batacak. İşte, her yanın yarılmış bir halde kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi eserindir.
(Sayfa: 110, 111)
(Emine hakkında)
Bir yılı geçen uzun ilişkimizde
bir kere olsun başını kaldırıp yüzüme bakmadı ki, gözleri bir kere olsun
gözlerime rastgelmedi ki. İsmail’e benden bahsederken ne demişti? “Kolu yok bir
herif…” Onca benim tek “alameti farikam” kolsuzluğumdur.
Ne zalim mahluk! Kendisiyle konuşurken, sesimin nasıl titrediğini de hiç işitmedi mi? Şefkatle dolu bakışlarımın okşamalarını derisi üstünde hissetmedi mi? Bir gün, ağacın dibinde onun yanına çöktüğüm vakit, kalbimin nasıl küt küt ettiğinin farkına varmadı mı? Onun kafasında ve gönlünde hiçbir iyi etki bırakmadan mı geçip gittim?
(Sayfa: 114)
Muhayyilemizin derinliklerinden çıkarıp aşkımızın ateşinde kaynata kaynata saf bir cevher haline koyduğumuz ve en mükemmel kadın örneğine göre şekil verdiğimiz putun, kendi istek ve iradesiyle gidip bir gorile teslim oluşu veya çamura batışı, bize iki kat elem verir. Bir yandan, içimizde bir yaradanın, öbür yandan en kıymetli malı elinden alınmış bir insanın yürek acısını duyarız.
(Sayfa: 115)
Ne zalim mahluk! Kendisiyle konuşurken, sesimin nasıl titrediğini de hiç işitmedi mi? Şefkatle dolu bakışlarımın okşamalarını derisi üstünde hissetmedi mi? Bir gün, ağacın dibinde onun yanına çöktüğüm vakit, kalbimin nasıl küt küt ettiğinin farkına varmadı mı? Onun kafasında ve gönlünde hiçbir iyi etki bırakmadan mı geçip gittim?
(Sayfa: 114)
Muhayyilemizin derinliklerinden çıkarıp aşkımızın ateşinde kaynata kaynata saf bir cevher haline koyduğumuz ve en mükemmel kadın örneğine göre şekil verdiğimiz putun, kendi istek ve iradesiyle gidip bir gorile teslim oluşu veya çamura batışı, bize iki kat elem verir. Bir yandan, içimizde bir yaradanın, öbür yandan en kıymetli malı elinden alınmış bir insanın yürek acısını duyarız.
(Sayfa: 115)
Hiç bilmediğim,
tanımadığım bu üç subayın gidişi, benim yüreğime bir dost ayrılığının acısı
gibi bir şey bıraktı. Saatlerce oturduğum yerde, öyle melül melül kalmışım.
Bu çeşit buluşmalar, bu
çeşit tesadüfler, kendi sınıfımızdan insanların bu gelip gidişleri bendeki yalnızlık
duygusunu tazelemekten başka bir şeye yaramıyor. Her defasında, kendimi biraz
daha garip hissediyorum. İlle bu seferki canıma pek değdi. Çünkü, bu sonuncu
görüşmedir.
Niçin, onlarla daha uzun,
daha derinden, daha candan konuşmadım? Onlara niçin, bütün dertlerimi birer
birer sayıp dökmedim? Onlara, içimde beslediğim korkunç niyetten niçin haber
vermedim?
Bir kanserli, urunu göstermekten nasıl korkarsa, derdimi açmaktan öyle korktum.
(Sayfa: 132)Bir kanserli, urunu göstermekten nasıl korkarsa, derdimi açmaktan öyle korktum.
😊yaban çok sevdiğim kitaplardan satır satır ezbere bilmesem dahi karakterini sanki tanıyor gibiyim derdim hep bazen hatta kimi durumlarda Ahmet Celal sendromu yaşıyorsun derdim 😄 kaleminize sağlık
YanıtlaSilTeşekkür ederim.
SilMaslowun ihtiyaçlar hiyerarşisindeki temel ihtiyaçlar biriside sevme kabul görme ve ait olmadır.Bu hayatta çoğumuz yalnızız ve paylasimdan uzak vurdumduymaz bir şekilde bencillesiyoruz.İçindeki seni işte tamda burada kitaplarda buluruz.Bazen bir satırda bazen bir anıda...Kalemine yüreğine sağlık başarılarının devamını dilerim.
YanıtlaSilTeşekkür ederim.
SilOrtaokul yıllarımda okuduğum etkileyici romanlardan.Okumayanlar da okumalı :)
YanıtlaSilOkuyanlardan tekrar okumalı :) Teşekkürler.
SilBen, köyde doğup büyümek üstünlüktür diyen bir insanım.Yazarın yeri geldiği zaman şehri yeri geldiği zaman kendini eleştiriyor olması köylü üzerine aşırı abanmasını gizleyemiyor. Mesela Anadolu’nun nasıl bir yer olduğunu tarif ederken; müftüsünün düşmana akıl verdiğini, ağasının düşmana yol gösterdiğini, zinacı kadınların asker kaçaklarını koyunlarına aldığını, sofuların cinsellikten çöktüğünü, cemaatin erkek çocuklarına cami avlusunda sarktığından bahsediyor. Bu yaklaşım abanmadır yazarın yaşadığı tarihlere bakarsak bu klasik dönem fikrinin kitaba aktarılmasından başka bir şey değil.Şimdi ülkemiz de bir dizi aydınlanma(!) hareketleri oldu.Bu yenilikleri bu topraklarda tutturabilmek için yeniliklere kafa tutacak unsurların(köylünün) aşağı bir şey olduğunu bir şekilde kabul ettirmek gerekiyor. Bunun için sinemasından romanına kadar her vasıta kullanıldı. Bakınız bize okullarda defaatle söylenen bir mesele var Çanakkale Milli Mücadele derken köylünün savaştan bıktığıdır. Devletin yeni savaşlara girmemesi olarak da dolaylı yoldan buna işaret edilir.Halbuki şu diyalog bu topraklarda gerçekleşti; Mustafa Kemal birinci 5 yıllık ekonomik kalkınma planları çerçevesinde köyün birine ziyarette bulunuyor.Açlıktan ekonomiden kalkınmadan bahsederken köylünün biri çıkıp ‘’ Paşa bırak para bul işlerini, ordumuz neden hareket etmiyor kaybettiğimiz toprakları hala neden almıyoruz’’ diyor. Köylünün bu yaklaşımını iyi anlamak gerek, Türk köylüsü gaza der başka bir şey demez, ezberi budur.Biz ezberimizi bozmak niyetinde değiliz.Bu romanlarda yazılanlar köylünün bugünlere gelmesi için yazıldı.Şimdi ezberini bozmayan kaç kişi var?Ben bizim köyden örnek vereyim; Kala kala bir (nızacı) Salih dedem kaldı, ezberinin bozmamış Kalın Türk’ün son temsilcilerinden kendisi (Allah-u teala ömrüne bereket versin).Bu arada romanda geçen köy- köylü-anadolu kelimelerinin yerine şehir- şehirli- batı kelimelerini koyarak tekrar okursak adalet sağlanmış olacaktır umarım.
YanıtlaSilMustafa bende senin gibi yazarın düşünce yapısına katılmıyorum. Tarif ettiği köylü tanımını bende reddediyorum. Ancak yazara kızıp ne sehirli olmanın nede köyde doğup büyümenin insanı üstün kılmak için bir neden olabileceğini söyleyemiyorum. Yazarın yada Ahmet Celal'in düşünce yapısına katılmamayı hem kitabın değerini hemde Ahmet Celal'in yalnızlığını inkar etmek için yeterli bir sebep olarak görmüyorum.
SilBu arada Nızacı dayımı bayramda gördüm. Sigara içenlere çok fena bir şiir söyledi.
Katkıların ve aşağıdaki paylaştığın şiirler için teşekkürler.
Köyde doğup büyümenin üstünlük olduğunu söylemem ''Üstünlük ancak takvadadır'' da bahsedilen üstünlük değil tabiki, yukarıda yazdığım meselelerin önemini etkili bir şekilde aktarmak içindi.Köylüleri niçin öldürmeliyiz şiirine karşı olduğum kadar hak verdiğim çok mısraları da var.
SilDedemin o şiirini bende biliyorum da bilmemezlikten geliyorum :)
Yeri gelmişken Şükrü ERBAŞ'ın Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz? şiiriyle bu şiire cevap niteliği taşıyan İsmet ÖZEL'in Akla Karşı Tezler şiirini de sizlerele paylaşmak isterim. (Şiirler uzun olduğu için ayrı ayrı paylaşmak zorunda kalıyorum)
YanıtlaSilŞükrü ERBAŞ / Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz?
YanıtlaSilÇünkü onlar ağır kanlı adamlardır
Değişen bir dünyaya karşı
Kerpiç duvarlar gibi katı
Çakır dikenleri gibi susuz
Kayıtsızca direnerek yaşarlar.
Aptal, kaba ve kurnazdırlar.
İnanarak ve kolayca yalan söylerler.
Paraları olsa da
Yoksul görünmek gibi bir hünerleri vardır.
Her şeyi hafife alır ve herkese söverler.
Yağmuru, rüzgarı ve güneşi
Bir gün olsun ekinleri akıllarına gelmeden
Düşünemezler…
Ve birbirlerinin sınırlarını sürerek
Topraklarını büyütmeye çalışırlar.
Köylüleri niçin öldürmeliyiz?
Çünkü onlar karılarını döverler
Seslerinin tonu yumuşak değildir
Dışarda ezildikçe içerde zulüm kesilirler.
Gazete okumaz ve haksızlığa
Ancak kendileri uğrarlarsa karşı çıkarlar.
Adım başı pınar olsa da köylerinde
Temiz giyinmez ve her zaman
Bir karış sakalla gezerler.
Çocuklarını iyi yetiştiremezler
Evlerinde, kitap, müzik ve resim yoktur.
Bir gün olsun dişlerini fırçalamaz
Ve şapkalarını ancak yatarken çıkarırlar.
Köylüleri niçin öldürmeliyiz?
Çünkü onlar köpekleri boğuşunca kavga ederler.
Birbirlerinin evlerine ancak
Ölümlerde ve düğünlerde giderler.
Şarkı söylemekten ve kederlenmekten utanırlar
Gülmek ayıp eğlenmek zayıflıktır
Ancak rakı içtiklerinde duygulanır ve ağlarlar.
Binlerce yılın kalın kabuğu altında
Yürekleri bir gaz lambası kadar kalmıştır.
Aldanmak korkusu içinde
Sürekli birbirlerini aldatırlar.
Bir yere birlikte gitmeleri gerekirse
Karılarından en az on adım önde yürürler
Ve bir erkeklik işareti olarak
Onları herkesin ortasında döverler.
Köylüleri niçin öldürmeliyiz?
Çünkü onlar yanlış partilere oy verirler
Kendilerinden olanlarla alay edip
Tuhaf bir şekilde başkalarına inanırlar.
Devlet, tapu dairesi, banka borcu ve hastanedir.
Devletten korkar ve en çok ona hile yaparlar.
Yiğittirler askerde subay dövecek kadar
Ama bir memur karşısında -bu da tuhaftır-
Ezim ezim ezilirler.
Enflasyon denilince buğday ve gübre fiyatlarını bilirler.
Cami duvarı, kahve ya da bir ağaç gövdesine yaslanıp
Onbir ay gökyüzünden bereket beklerler.
Dindardırlar ahret korkusu içinde
Ama bir kadının topuklarından
Memelerini görecek kadar bıçkındırlar
Harmanı kaldırdıktan sonra yılda bir kez
Şehre giderler!
Köylüleri niçin öldürmeliyiz?
Çünkü onlar otobüslerde ayaklarını çıkarırlar
Ayak ve ağız kokuları içinde kurulup koltuklara
Herkesi bunalta bunalta, yüksek perdeden
Kızlarının talihsizliğini ve hayırsız oğullarını anlatırlar.
Yoksulluktan kıvrandıkları halde, şükür içinde
Bunun, Tanrının bir lütfu olduğuna inanırlar.
Ve önemsiz bir şeyden söz eder gibi, her fırsatta
Gizli bir övünçle, uzak şehirdeki
Zengin bir akrabalarından söz ederler.
Kibardırlar lokantada yemek yemeyi bilecek kadar
Ama sokağa çıkar çıkmaz sümküre sümküre
Yollara tükürürler…
Ve sonra şaşarak temizliğine ve düzenine
Şehirde yaşamanın iyiliğinden konuşurlar.
Köylüleri niçin öldürmeliyiz?
Çünkü onlar ilk akşamdan uyurlar.
Yarı gecelerde yıldızlara bakarak
Başka dünyaları düşünmek gibi tutkuları yoktur.
Gökyüzünü, baharda yağmur yağarsa
Ve yaz güneşleri ekinlerini yetirirse severler.
Hayal güçleri kıttır ve hiçbir yeniliğe
-Bu verimi yüksek bir tohum bile olsa-
Sonuçlarını görmeden inanmazlar.
Dünyanın gelişimine bir katkıları yoktur.
Mülk düşkünüdürler amansız derecede
Bir ülkenin geleceği
Küçücük topraklarının ipoteği altındadır.
Ve birer kaya parçası gibi dururlar su geçirmeden
Zamanın derin ırmakları önünde…
Köylüleri, söyleyin nasıl
Nasıl kurtaralım?
İsmet ÖZEL/ Akla Karşı Tezler
YanıtlaSil1.
Gecenin üçüdür en uygun zaman, bahse girerim
düşünün: sabah çok yakın
oysa ışıltı yok ortalıkta
nerdeyse gece bitmiş ama sürmekte karanlık
henüz uyanmış bazıları
henüz uyumamış bazıları
bazıları uyanmış uykusuna doymadan
bazıları uykusuna varmadan doymuş
görüyorsunuz ilm-i hilaf ü cedel düzeniyle hayat
nasıl da sürüklüyor kendini
ve ben bunu kanıtlayabiliyorum
şu şair halimle
böylece size ey saygıdeğer erbab-i cumhuriyet
akıllı ve yetenekli olduğumu
kanıtlamış oluyorum
sizler de
bu derin bilgeliği kavrayarak
kendi değerinizi ortaya koymuş oluyorsunuz.
2.
Ütüsüz bir pantolon kadar tedbirliyim
tarihi bir gerçek kadar sıkılgan
bilmem ki Tesalya'daki Termofil
bir yiğitlik anısı
bir hayınlık anıtı mı olsa
yine bilmem quantum kuramını
öğrenen insan haklı mıdır
kendini ardıçkuşu sanmakta-
ben
yirminci yüzyılın sonlarında
en uzak uyanışlar ikliminde yaşadım
bir imparatorluk genişliğindeki gençliğim sırasında
kadınlardan daha çok birinci şubeye vardım.
3.
En mutlu insanlar belki de
baca temizleyicileridir
öyle dar, öyle kara karanlık bir yerdedirler ki
yüreklerini geniş, dayanıklı
aydınlık tutmak zorundadırlar
buna yükümlü sayarlar kendilerini.
Baca temizleyicileri başkalarını sevmekle kalmaz
başkalarınca sevilirler aynı zamanda
çünkü herkesi düşünmeyecek kadar mutlu
herkes tarafından düşünülmeyecek kadar mutludurlar.
4.
Köylüleri niçin öldürmeliyiz?
Bu sorunun karşılığını bulamıyorum
içinden çıkılmaz bi olay, ama önemsiz
köylüleri öldürmesek de olur
hatta onların kalın suratlarını
görmezlikten gelebiliriz
yapılacak çok şey var daha
sözgelimi ben, kendim
hiç hayıt ağacı görmemişim
görmeden ölürüm diye korkum da yok
değil mi ki albatrosu Baudelaire'den
Yves Bonnefoy'dan semenderi öğrendim
bir gün bakarsınız
şu güzelim bilgiç beynimi kırıp
teneşir tahtası olarak kullanabilirim.
Ben bu kitabı çok severek okudum. O kadar bizden ki, günlük hayatımızda yaşarız Ahmet Celal' i. Tekrar hatırlattığın için çok teşekkürler..
YanıtlaSilBen teşekkür ederim.
SilBir dönemi anlamak için okunması gereken kitaplardandır.
YanıtlaSilYorumunuz için teşekkür ederim.
SilKesinlikle okunması gerekenlerden :)
YanıtlaSilBlogunuz harika!
Yeni yazımı okumanız beni çok mutlu edecektir. Sevgilerimle!
http://benirva.blogspot.com/2018/09/kendimi-gelistirmek-istiyorum-diyenler.html
Teşekkür ederim.
SilÇok yakın bir zamanda okuduğum bir eser.Yakup Kadri'nin dilini severim ,o dönem ki pek çok yazar gibi tasvirleri çok canlıdır.Ama bu romandaki köy ve köylü tasvirlerini abartılı şekilde karanlık buldum.Kurtuluş savaşında destan yazan bir milletin köylüsü bu denli duyarsız ve pragmatist olamazdı diye düşünüyorum.
YanıtlaSilSize katılıyorum. Katkınız için teşekkürler.
SilTürk edebiyatını bana sevdiren kitap :) harikaydı desem yeridir
YanıtlaSilKitaplara Kaçanları ziyaret edip yorum yazdığınız için teşekkürler.
SilLisede okumuştum ben de, güzeldi :))
YanıtlaSilÇokça sevilen bir kitap. Yorumunuz için teşekkürler.
SilUzun önce okuyup tadı damağımda kalan bir kitap...
YanıtlaSilÖyleyse tekrar okuyun o zaman. Ben sevdiğim kitapları tekrar tekrar okurum.. Her okuyuşum da ayrı keyf alırım. Yorumunuz için teşekkürler.
Silheey okumadım ama okuycam tımams. yakup kadri hatta bütün eserlerini okuyum diyorum. saool :)
YanıtlaSilTeşekkürler. Okursanız, kitap hakkındaki değerlendirme yazınızı bloğunuzda görmek isterim.
SilAslında yalnızca siz değil, bir çoğumuz yalnızız. Belki de bu yüzden kitaplara kaçıyoruz...
YanıtlaSilBu kitabı ortaokulda okumuştum ama konusunu hatırlayamadım. Yeniden okuyabilirim. Teşekkürler.
YanıtlaSilYorum yazdığınız için ben teşekkür ederim. Tekrar okursanız kitap tanıtım/değerlendirme yazınızı bloğunuzda okumak isterim.
SilMerhabalar yazınızı ilgi ile okuduk arzu ederseniz yazılarınızı ilk olarak günlük 50 bin trafiği olan www.urfa.com sitemizde yayınlamak isteriz iyi günler dileriz iletişim internet@urfa.com
Yakup Kadri edebiyatımızın yapı taşlarındandır. Bu eseri herkesin mutlaka okuması gerektiğini düşünüyorum. Çok bilgilendirici ve başarılı bir paylaşım olmuş. Teşekkürler. :)
YanıtlaSilYaban ve Yakup Kadri hem ideolojik hemde edebi anlamda bazı tartışmalara veren olsada, romanda Ahmet Celal'in yalnızlığı beni çok etkilemişti.
SilBloğunuzdaki "Edebiyata Yönetmeni Veren Sanatçılar " başlıklı yazılarınızı okumak keyf verici...
ben sanki filmini de izlemiştim sinemaya uyarlandı bu roman öyle hatırlıyorum
YanıtlaSilFilmi hakkında bilgim yok. Yorum ve ziyaretiniz için teşekkür ederim .
SilNe zamandır okuma fırsatım olmamıştı, halbuki kardeşimin rafında öylece bekliyor kitap.
YanıtlaSilŞimdi ilk sayfalara aldım inşallah.
Umarım okuduğunuzda beğenirsiniz . Yorum ve ziyaretiniz için teşekkür ederim.
Sil