4- YABAN / YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU

 

"Yalnızlık dinmeyen bir sızıdır"
Yaban

Yaban için kısaca, Türk Aydınıyla Türk Köylüsü arasındaki uçurumun, köy halkının milli değerlere bakış açısının ve yaşam tarzının anlatıldığı eleştirel bir roman diyebiliriz. 

Ancak, romanda anlatılan köy haklının, köy yaşam tarzı ve ahlakının, köylünün birinci dünya savaşı ve kurtuluş savaşına bakış açısının ve milli mücadeleye olan duyarsızlığının tam anlamıyla gerçeği yansıtmadığını, roman boyunca yalnızca olumsuz yönlerinin ön plana çıkartılmasının, ön yargılı bir bakış açısının eseri olduğunu düşünüyorum.

Köy halkı ile ilgili yapılan eleştiriler için kitabın 25, 26, 27, 35, 36, 72, 119, 120, 121 inci sayfalarına bakılabilir.

Yazar, kitabın başında yer alan "Yaban'ın İkinci Basılışı Vesilesiyle" başlıklı metinde bu eleştirilere cevap veriyor. "Yaban'a yöneltilen başlıca suç, kitabın köylü aleyhtarı bir karakter taşıması; köylünün maddi ve manevi sefaletini bir entelektüel ağzından tezfiye kalkmış olmasıdır. (...) Bu bütün manasıyla iftiradır (S; 10)" diyerek yapılan eleştirileri haksız bulduğunu, köylüyü içine düştüğü durumdan dolayı suçlamadığını, bunda aydınların da suçunun olduğunu ifade etmektedir. 

Bunların hiçbiri (köy halkı) “ne yaptığını” bilmiyor.  Eğer, bilmiyorlarsa kabahat kimin? Kabahat, benimdir. Kabahat, ey bu satırları heyecanla okuyacak arkadaş; senindir. Sen ve ben onları, yüzyıllardan beri bu yalçın tabiatın göbeğinde, herkesten, her şeyden ve her türlü yaşamak zevkinden yoksun bir avuç kazazede halinde bırakmışız. Açlık, hastalık ve kimsesizlik bunların etrafını çevirmiştir. Ve cehalet denilen zifiri karanlık içinde, ruhları, her yanından örülü bir zindanda gibi mahpus kalmıştır. Bu zavallı insanlardan, sevgi, şefkat ve insanlık namına, artık ne bekleyebiliriz? Bu iklimin çoraklığı, ruhlarını kurutmuştur. Bu ıssızlık ve bu gurbet onlara müthiş bir egoizm dersi vermiştir. Onun için her biri kendi yuvasında bir kunduza dönmüştür. (Sayfa: 181)

Yazarın yapılan eleştirilere olan itirazları için, ayrıca aşağıda 72, 110 ve 111 inci sayfalardan alıntıladığım altı çizili satırlara da bakılabilir.

Takdir okuyucunun.

Peki kimdir bu Yaban. 

"İstanbul’un en muhteşem konaklarından birinde doğup parıltılı hülya iklimlerine doğru kanat açıp uçtuktan sonra, kanatlarının biri kırılmış,(…) otuz iki yaşında bir emekli asker, bütün geleceği geride kalmış sakat bir delikanlı (S;67)”, Birinci Dünya Savaşında sağ kolunu kaybetmiş bir gazi olarak cepheden dönen Yedek Subay Ahmet Celal’dir.


Ahmet Celal, İstanbul'da yaşayamayacağını düşündüğü sırada, emir eri Mehmet Ali’nin “Gel beyim seni bizim köye götüreyim, buralarda yalnız başına ser sebil olursun (...) (S;17)” dediği vakit, bu daveti kabul eder hemen. Ancak, köylüde, köy yerinde aradığını bulamaz. Köylü ile arasındaki mesafe, her geçen gün daha da açılır. Köylü için ise bir “Yaban” dır o.

Yaban'ın (ve yazarın) düşüncelerine tam olarak katılmasam da, içine düştüğü yalnızlığı "Nereye gideyim. Benim yerim neresidir. Kimlere doğru varayım. Beni kimler anlar. Kimler derdime deva bulur. Beni bu illetten, beni bu gurbetten kim kurtarabilir. Hangi kardeş. Hangi hemşire. Hangi can yoldaşı (S;85)” diye anlatan, "geceleri sabahlara kadar okumayayım da ne yapayım? (S;21)" diyerek kitaplara kaçan ve okuma serüvenimde izler bırakan, köy kızı Emine'ye sevdalı “Yaban” ı dinlemek, yalnızlığında ona yaren olup sohbet etmek, tartışmak isterseniz eğer, kitaptan yaptığım uzun uzun alıntılardan köprü yaptım sizler için. 

Yaban, sizi bekliyor ... 

Başka bir yazıda görüşmek üzere hoşça kalın. 

Yabanla ilgili başka bir yazı için; TIK TIK

Yunis ELMAS

Kitap: YABAN
Yazarı: Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Sayfa Sayısı: 214 (Roman 17-198)
Yayınevi: İletişim

ALTI ÇİZİLİ DİĞER SATIRLAR

Bu köyde de hiç kimse kolsuz olduğumun farkında değil. Oysa, burada, isterdim ki, farkında olsunlar. Zira, sağ kolumu, ben, onlar için kaybettim. İstanbul’da zilletim olan şey burada şerefimdir. Hatta, ilk günler Mehmet Ali ile köyde dolaşırken şuna buna rastgeldik mi, hemen sağ yanımı çevirirdim. Hele, yeni yetişen delikanlılarla genç kızlara ne yapıp yapıp mutlaka bu eksikliğimi hissettirmeye çabalardım. Bu, benim son süsüm, son gösterişim, son çalımımdı. Beş on gün içinde o da gitti. Sağ kolumun yokluğu kimsenin takdirini celbetmek şöyle dursun, hatta merhametini bile uyandırmadı. Acaba niçin? Bunu sonradan anladım. Zira, burada sakatlık hemen herkese mahsus bir hal gibidir. (…) Şimdi, düşünün, bu illet ve sakatlık yuvasında ben nasıl kendimi gösterebilirim?

(Sayfa;19)

Köye geldiğim ilk günden beri, daima, herkesten ayrı bir durumdaydım. Gözle görünmez bir çember, bir nevi karantina kordonu beni aralarına karışmak istediğim bu küçük insan kümesinden ayırıp duruyor. Ne yapsam bu çemberi yaramıyorum. Zaten, korkunç engin bir ıssızlıkla çepeçevre çevrilmiş bir köyün içinde benim etrafımı ayrıca başka bir ıssızlık sarmış bulunuyor. 

(Sayfa;19,20)

(Mehmet Ali) Beyim geceleri sabahlara dek mırıl mırıl ne okuyup duruyorsun? Seni büyü yapar sanırlar.

(Yaban) Geceleri sabahlara kadar okumayayım da ne yapayım? Ben, el ayak çekildikten sonra odamın kapısını sürmeleyip kitaplarımla baş başa kalmak saatini dört gözle beklerim. Çünkü, bu ömrümün bütün hazin sergüzeştini ve yaşadığım anın ağır sıkıntısını unuttuğum tek saattir. O vakit, bu çıplak ve yalçın oda, gerçek dünyadan daha geniş, daha ferahlı bir âlemin munis, sevimli ve her biri sihir ve füsunla yoğrulmuş mahlûkları ile dolmağa başlar.

Kendileri çekildikten sonra kokuları havada kalan dilber ve nadide kadınlar, sesleri bir ana sesinden daha yakın, daha dokunaklı arkadaşlar, nur çehreli ihtiyarlar, coşkun suya benzeyen berrak gözlü, Dante'nin Beatrice'i, Petrarka'nın Leonora'sı, Romeo'lar, Julietta'lar ve daha birçok tatlı hayaller… Kimi yatağının üstünde yanyana, kimi bir küçük çocuk gibi benim kucağımda, kimi bir iskemlede tek başına, kimi ayakta, kimi pencerenin kenarında dirseğine dayanmış; kimi odanın içinde bir aşağı beş yukarı dolaşarak benimle sabahı ederler; ve sabaha kadar, havada kutsal bir orkestranın yankıları dalgalanır ve yaradanlarla yaratıkların elele verip hep birarada raksettikleri sezilir. 

(Sayfa; 21,22)

Talim, terbiye, iyi örnek, bunların hepsi geçici şeylerdir. Ve çevre değiştirmedikçe, insanın değişmesine imkân yoktur. Bu küçük mülahazadan Türkiye’deki yenilik ve garpçılık hareketlerinin, neden başarısızlığa uğradığı sorununa kadar çıkabiliriz.

(Sayfa; 25, 26)

Gün geçtikçe daha iyi anlıyorum: Türk “entelektüeli”, Türk aydını, Türk ülkesi denilen bu engin ve ıssız dünya içinde bir garip yalnız kişidir. (…) Her memleketin köylüsüyle okumuş yazmış zümresi arasında, aynı derin uçurum var mıdır. Bilmiyorum! Fakat okumuş bir İstanbul çocuğu ile bir Anadolu köylüsü arasındaki fark bir Londralı İngiliz’le bir Pencap’lı Hintli arasındaki farktan daha büyüktür. Bunu yazarken elim titriyor.

(Sayfa; 36)

Eleme, kedere, hatta sevince bir sınır tayin etmek… Bunu, yalnız şehirlerde olur bilirdim. Meğer insan, köylerde, dağ başlarında ve mağara kovuklarında da samimi olmak, içinden geldiği gibi, içinden geldiği kadar gülüp ağlamak hürriyetine sahip değilmiş. Toplumun görenekleri, kuralları, insanların yarı çıplak yaşadıkları bu köstebek yuvalarında da aynı şiddetle hüküm sürüyormuş.

Hele, bu donmuş alem içinde, sevinçli bir adam görmek kadar anormal bir şey olur mu? Bu toprak duvarlar, örüldükleri günden beri mutlaka hiçbir kahkahanın aksi ile çınlamamıştır. Bu durgun tevekkül havası, hiçbir şenlik gürültüsüyle dalgalanmamıştır.

(Sayfa; 39,40) 

Onlar gibi olmak, onlar gibi giyinmek, onlar gibi yiyip içmek, onlar gibi oturup kalkmak, onların diliyle konuşmak… Haydi bunların hepsini yapayım. Fakat, onlar gibi nasıl düşünebilirim? Nasıl onlar gibi hissedebilirim? 

Odamı dolduran bütün bu kitapları yakmak… Bu resimleri, bu levhaları ayaklarımın altına alıp ezmek. Neye yarar? Hepsi benim içime girdiler. Bende, silinmez, kaçınılmaz, yıkanıp temizlenmez izlerini bıraktılar. Benim iç duvarlarım, bütün bu yabancı nakışlar, çizgiler, işaretler, renkler ve hiyerogliflerle doludur. Dış cephem değişmiş neye yarar? Ben, asıl ben, bu toprağın malı olmayan ve hepsi dışarıdan gelen maddeler ve unsurlarla yoğrula yoğrula adeta sınai, adeta kimyevi bir şey halini almışım.

Geçen gün, kırlarda dolaşırken ayağım bir konserve kutusuna çarpmıştı. Durup bakmıştım. Bu kutu Amerika’dan gelmiş bir kutu idi ve üstünde İngilizce bir şeyin adı yazılı idi. Bu kutuyu buraya hangi yolcular bıraktı? Kimbilir ne zamandan beri kaldı, bilmiyorum. Fakat tuhaf bir ilgiyle eğildim, elime aldım, baktım adeta bir eski aşinayı görür gibi oldum. Ben, bu topraklarda, işte bu teneke kutunun eşiyim.

(Sayfa; 68,69)

Köylüde mülkiyet duygusu her şeyin üstündedir, derler. Uzun yüzyıllardan beri devam eden dış istilalar, iç eşkıyalıklar Türk köylüsünde bu duyguyu da köreltmiştir. Hepsinin içinde, semavi bir afet esnasında bir koyun sürüsünün ürkekliğinden bir şey var. Neden ürküyorlar?

Bunu tarif ve tahlil etmek mümkün değildir. Onları bu hale koyan, üstünde yaşadıkları bu sert ve haşin tabiat mıdır? Merhametsiz bir üvey ananın göğsü gibi hareketsiz bu topraklarda ancak böyle bir öksüz çocuk ruhu dalgalanabilir.

(Sayfa; 72)

(Kendisinden kaçan Emine'nin arkasından)

Derenin kenarına çöküyorum. “Dede Korkut”da bir tabir var: Böğür, böğür. Ben, işte böğür böğür ağlamak istiyorum.

Nereye gideyim?

Benim yerim neresidir?

Kimlere doğru varayım?

Beni kimler anlar? Kimler derdime deva bulur? Beni bu illetten, beni bu gurbetten kim kurtarabilir? Hangi kardeş? Hangi hemşire? Hangi can yoldaşı? Hey, ana toprak, ne kadar merhametsiz, ne kadar katısın? Benim ıstırabıma ne kadar yabancısın? Ben senin üvey evladın mıyım? Yoksa sen mi benim üvey anamsın? Eğer, ben senin üvey evladın isem bu kolu kimin yoluna feda ettim? Niçin şu anda, bu genç yaşımda bir derenin kenarında bir insan Viranesiyim?

Senin yoluna gençliğimi harcadıktan sonra, gene orada, o düşmüş şehirde, senin hasretinle yanan ben değil miyim? İşte geldim: İşte geldim. Fakat, benim önümde, kızların kaçıyor. Bana kızların arkalarını çeviriyor. Onlara her uzattığım el boşlukta kalıyor.

Eğer sen bir üvey ana olsaydın, ıstırabın benim ıstırabıma bu kadar benzer miydi? Sen de bencileyin, bu kadar garip, bu kadar yoksul… Sen de bencileyin bu kadar derdini anlatmadan aciz olur muydun? Benim için senin yüzün Zeynep Kadının yüzünün eşidir. O halde hepimizin anlaşmamıza engel olan şey nedir?

(Sayfa; 85,86)

Lokomotif, ray,  istasyon… Sahi, yazmayı unuttum. Oysa, benim için mevsimin en büyük hadiselerinden biri de bu olmuştu. Eğer, ıssız, ücra Anadolu yaylalarının ortasında, uzun müddet kalmışsanız, sizi medeni merkezlerden birine ulaştırmak kudretine haiz olan şeylerden birini görmenin, bir telgraf direğiyle, bir demiryoluyla, bir istasyon binasıyla karşı karşıya gelmenin ne olduğunu mutlaka bileceksiniz. Bilmeyene ise bunu anlatmak çok güçtür.

Lakin, ben bütün bu yazıları bir kimseye bir şey anlatmak için yazmıyorum. Hayır, hayır, bu hiç aklımdan geçmedi. Ben bu yazıları, kendi kendime konuşmak için, yalnız bunun için yazıyorum.

(Sayfa; 98)
Yalnızlık dinmeyen bir sızıdır.
(Sayfa: 109)
Mütarekenin ilk günlerinde, bana bir tanıdık diyordu ki: “Ne bu zırhlılardan, ne bu ordudan, ne sokak başlarındaki bu makineli tüfeklerden korkuyorum. Beni, korkutan şey, kendi aramızdaki anlaşmazlıklar, kendi aramızdaki nifaklardır. Bizi asıl bu mahvedecek.” Ben, içimden diyordum ki, bu adam bu hükmü hep İstanbul’a göre veriyor, karışık ve bulanık bir şehir halkının huyunu bütün millete mal ediyor. Asıl vatanı, asıl milleti, Anadolu’yu hesaba katmıyor. Orası, buradaki nifaklardan ve pisliklerden arıdır. Orası, benim gözümde, ıstırabın en özlü alevlerinde kaynayıp pişmiş bir hayat mayasıyla yuğrula yuğrula kutsallaşmıştır. 
Bu ülkede, temiz yürekli, duygulu ve candan insanlar vardı. Zenginin kapısı fakire açık ve gurbet yolları, sonunda mutlaka bir sıcak yurda ulaşacaktı. Orada, bütün kadınlar ana, bütün kızlar kardeş ve bütün çocuklar evlattı. Oranın taşı arkadaş, yoksulluğun derecesi bence malumdu. Fakat, bu maddi yoksulluğun içinde bir manevi varlık bulacağımı sanıyordum. 
Şimdi ne görüyorum? Anadolu… Düşmana akıl öğreten müftülerin, düşmana yol gösteren köy ağalarının, her gelen gasıpla bir olup komşusunun malını talan eden kasaba eşrafının, asker kaçağını koynunda saklayan zinacı kadınların, frengiden burnu çökmüş sahte sofuların, cami avlusunda oğlan kovalayan softaların türediği yer burasıdır. 
Burada, bıyıklarını makasla kırptı diye nice fikir ve ümit dolu Türk gencinin kafası taş altında ezildi. Burada, yüzü düşmana dönük, nice vatan mücahitleri savundukları kimselerin eliyle arkadan vuruldu.  Burada, milli timsalin, milli bağımsızlık sembolünün yolu kaç defa kesildi ve kaç defa oturduğu şehrin etrafı isyan silahlarıyla çevrildi. Burada, ben, vatan delisi millet divanesi; burada ben harp malulü Ahmet Celal yapayalnızım. 
Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun.

Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi biti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? Tabii ayaklarına batacak. İşte, her yanın yarılmış bir halde kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi eserindir. 
(Sayfa: 110, 111)
(Emine hakkında)
Bir yılı geçen uzun ilişkimizde bir kere olsun başını kaldırıp yüzüme bakmadı ki, gözleri bir kere olsun gözlerime rastgelmedi ki. İsmail’e benden bahsederken ne demişti? “Kolu yok bir herif…” Onca benim tek “alameti farikam” kolsuzluğumdur. 

Ne zalim mahluk! Kendisiyle konuşurken, sesimin nasıl titrediğini de hiç işitmedi mi? Şefkatle dolu bakışlarımın okşamalarını derisi üstünde hissetmedi mi? Bir gün, ağacın dibinde onun yanına çöktüğüm vakit, kalbimin nasıl küt küt ettiğinin farkına varmadı mı? Onun kafasında ve gönlünde hiçbir iyi etki bırakmadan mı geçip gittim?  

(Sayfa: 114) 

Muhayyilemizin derinliklerinden çıkarıp aşkımızın ateşinde kaynata kaynata saf bir cevher haline koyduğumuz ve en mükemmel kadın örneğine göre şekil verdiğimiz putun, kendi istek ve iradesiyle gidip bir gorile teslim oluşu veya çamura batışı, bize iki kat elem verir. Bir yandan, içimizde bir yaradanın, öbür yandan en kıymetli malı elinden alınmış bir insanın yürek acısını duyarız. 

(Sayfa: 115)

Hiç bilmediğim, tanımadığım bu üç subayın gidişi, benim yüreğime bir dost ayrılığının acısı gibi bir şey bıraktı. Saatlerce oturduğum yerde, öyle melül melül kalmışım.
Bu çeşit buluşmalar, bu çeşit tesadüfler, kendi sınıfımızdan insanların bu gelip gidişleri bendeki yalnızlık duygusunu tazelemekten başka bir şeye yaramıyor. Her defasında, kendimi biraz daha garip hissediyorum. İlle bu seferki canıma pek değdi. Çünkü, bu sonuncu görüşmedir.
Niçin, onlarla daha uzun, daha derinden, daha candan konuşmadım? Onlara niçin, bütün dertlerimi birer birer sayıp dökmedim? Onlara, içimde beslediğim korkunç niyetten niçin haber vermedim?

Bir kanserli, urunu göstermekten nasıl korkarsa, derdimi açmaktan öyle korktum.
(Sayfa: 132)



Yorumlar

  1. 😊yaban çok sevdiğim kitaplardan satır satır ezbere bilmesem dahi karakterini sanki tanıyor gibiyim derdim hep bazen hatta kimi durumlarda Ahmet Celal sendromu yaşıyorsun derdim 😄 kaleminize sağlık

    YanıtlaSil
  2. Maslowun ihtiyaçlar hiyerarşisindeki temel ihtiyaçlar biriside sevme kabul görme ve ait olmadır.Bu hayatta çoğumuz yalnızız ve paylasimdan uzak vurdumduymaz bir şekilde bencillesiyoruz.İçindeki seni işte tamda burada kitaplarda buluruz.Bazen bir satırda bazen bir anıda...Kalemine yüreğine sağlık başarılarının devamını dilerim.

    YanıtlaSil
  3. Ortaokul yıllarımda okuduğum etkileyici romanlardan.Okumayanlar da okumalı :)

    YanıtlaSil
  4. Ben, köyde doğup büyümek üstünlüktür diyen bir insanım.Yazarın yeri geldiği zaman şehri yeri geldiği zaman kendini eleştiriyor olması köylü üzerine aşırı abanmasını gizleyemiyor. Mesela Anadolu’nun nasıl bir yer olduğunu tarif ederken; müftüsünün düşmana akıl verdiğini, ağasının düşmana yol gösterdiğini, zinacı kadınların asker kaçaklarını koyunlarına aldığını, sofuların cinsellikten çöktüğünü, cemaatin erkek çocuklarına cami avlusunda sarktığından bahsediyor. Bu yaklaşım abanmadır yazarın yaşadığı tarihlere bakarsak bu klasik dönem fikrinin kitaba aktarılmasından başka bir şey değil.Şimdi ülkemiz de bir dizi aydınlanma(!) hareketleri oldu.Bu yenilikleri bu topraklarda tutturabilmek için yeniliklere kafa tutacak unsurların(köylünün) aşağı bir şey olduğunu bir şekilde kabul ettirmek gerekiyor. Bunun için sinemasından romanına kadar her vasıta kullanıldı. Bakınız bize okullarda defaatle söylenen bir mesele var Çanakkale Milli Mücadele derken köylünün savaştan bıktığıdır. Devletin yeni savaşlara girmemesi olarak da dolaylı yoldan buna işaret edilir.Halbuki şu diyalog bu topraklarda gerçekleşti; Mustafa Kemal birinci 5 yıllık ekonomik kalkınma planları çerçevesinde köyün birine ziyarette bulunuyor.Açlıktan ekonomiden kalkınmadan bahsederken köylünün biri çıkıp ‘’ Paşa bırak para bul işlerini, ordumuz neden hareket etmiyor kaybettiğimiz toprakları hala neden almıyoruz’’ diyor. Köylünün bu yaklaşımını iyi anlamak gerek, Türk köylüsü gaza der başka bir şey demez, ezberi budur.Biz ezberimizi bozmak niyetinde değiliz.Bu romanlarda yazılanlar köylünün bugünlere gelmesi için yazıldı.Şimdi ezberini bozmayan kaç kişi var?Ben bizim köyden örnek vereyim; Kala kala bir (nızacı) Salih dedem kaldı, ezberinin bozmamış Kalın Türk’ün son temsilcilerinden kendisi (Allah-u teala ömrüne bereket versin).Bu arada romanda geçen köy- köylü-anadolu kelimelerinin yerine şehir- şehirli- batı kelimelerini koyarak tekrar okursak adalet sağlanmış olacaktır umarım.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Mustafa bende senin gibi yazarın düşünce yapısına katılmıyorum. Tarif ettiği köylü tanımını bende reddediyorum. Ancak yazara kızıp ne sehirli olmanın nede köyde doğup büyümenin insanı üstün kılmak için bir neden olabileceğini söyleyemiyorum. Yazarın yada Ahmet Celal'in düşünce yapısına katılmamayı hem kitabın değerini hemde Ahmet Celal'in yalnızlığını inkar etmek için yeterli bir sebep olarak görmüyorum.

      Bu arada Nızacı dayımı bayramda gördüm. Sigara içenlere çok fena bir şiir söyledi.

      Katkıların ve aşağıdaki paylaştığın şiirler için teşekkürler.

      Sil
    2. Köyde doğup büyümenin üstünlük olduğunu söylemem ''Üstünlük ancak takvadadır'' da bahsedilen üstünlük değil tabiki, yukarıda yazdığım meselelerin önemini etkili bir şekilde aktarmak içindi.Köylüleri niçin öldürmeliyiz şiirine karşı olduğum kadar hak verdiğim çok mısraları da var.
      Dedemin o şiirini bende biliyorum da bilmemezlikten geliyorum :)

      Sil
  5. Yeri gelmişken Şükrü ERBAŞ'ın Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz? şiiriyle bu şiire cevap niteliği taşıyan İsmet ÖZEL'in Akla Karşı Tezler şiirini de sizlerele paylaşmak isterim. (Şiirler uzun olduğu için ayrı ayrı paylaşmak zorunda kalıyorum)

    YanıtlaSil
  6. Şükrü ERBAŞ / Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz?

    Çünkü onlar ağır kanlı adamlardır
    Değişen bir dünyaya karşı
    Kerpiç duvarlar gibi katı
    Çakır dikenleri gibi susuz
    Kayıtsızca direnerek yaşarlar.
    Aptal, kaba ve kurnazdırlar.
    İnanarak ve kolayca yalan söylerler.
    Paraları olsa da
    Yoksul görünmek gibi bir hünerleri vardır.
    Her şeyi hafife alır ve herkese söverler.
    Yağmuru, rüzgarı ve güneşi
    Bir gün olsun ekinleri akıllarına gelmeden
    Düşünemezler…
    Ve birbirlerinin sınırlarını sürerek
    Topraklarını büyütmeye çalışırlar.

    Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

    Çünkü onlar karılarını döverler
    Seslerinin tonu yumuşak değildir
    Dışarda ezildikçe içerde zulüm kesilirler.
    Gazete okumaz ve haksızlığa
    Ancak kendileri uğrarlarsa karşı çıkarlar.
    Adım başı pınar olsa da köylerinde
    Temiz giyinmez ve her zaman
    Bir karış sakalla gezerler.
    Çocuklarını iyi yetiştiremezler
    Evlerinde, kitap, müzik ve resim yoktur.
    Bir gün olsun dişlerini fırçalamaz
    Ve şapkalarını ancak yatarken çıkarırlar.

    Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

    Çünkü onlar köpekleri boğuşunca kavga ederler.
    Birbirlerinin evlerine ancak
    Ölümlerde ve düğünlerde giderler.
    Şarkı söylemekten ve kederlenmekten utanırlar
    Gülmek ayıp eğlenmek zayıflıktır
    Ancak rakı içtiklerinde duygulanır ve ağlarlar.
    Binlerce yılın kalın kabuğu altında
    Yürekleri bir gaz lambası kadar kalmıştır.
    Aldanmak korkusu içinde
    Sürekli birbirlerini aldatırlar.
    Bir yere birlikte gitmeleri gerekirse
    Karılarından en az on adım önde yürürler
    Ve bir erkeklik işareti olarak
    Onları herkesin ortasında döverler.

    Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

    Çünkü onlar yanlış partilere oy verirler
    Kendilerinden olanlarla alay edip
    Tuhaf bir şekilde başkalarına inanırlar.
    Devlet, tapu dairesi, banka borcu ve hastanedir.
    Devletten korkar ve en çok ona hile yaparlar.
    Yiğittirler askerde subay dövecek kadar
    Ama bir memur karşısında -bu da tuhaftır-
    Ezim ezim ezilirler.
    Enflasyon denilince buğday ve gübre fiyatlarını bilirler.
    Cami duvarı, kahve ya da bir ağaç gövdesine yaslanıp
    Onbir ay gökyüzünden bereket beklerler.
    Dindardırlar ahret korkusu içinde
    Ama bir kadının topuklarından
    Memelerini görecek kadar bıçkındırlar
    Harmanı kaldırdıktan sonra yılda bir kez
    Şehre giderler!

    Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

    Çünkü onlar otobüslerde ayaklarını çıkarırlar
    Ayak ve ağız kokuları içinde kurulup koltuklara
    Herkesi bunalta bunalta, yüksek perdeden
    Kızlarının talihsizliğini ve hayırsız oğullarını anlatırlar.
    Yoksulluktan kıvrandıkları halde, şükür içinde
    Bunun, Tanrının bir lütfu olduğuna inanırlar.
    Ve önemsiz bir şeyden söz eder gibi, her fırsatta
    Gizli bir övünçle, uzak şehirdeki
    Zengin bir akrabalarından söz ederler.
    Kibardırlar lokantada yemek yemeyi bilecek kadar
    Ama sokağa çıkar çıkmaz sümküre sümküre
    Yollara tükürürler…
    Ve sonra şaşarak temizliğine ve düzenine
    Şehirde yaşamanın iyiliğinden konuşurlar.

    Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

    Çünkü onlar ilk akşamdan uyurlar.
    Yarı gecelerde yıldızlara bakarak
    Başka dünyaları düşünmek gibi tutkuları yoktur.
    Gökyüzünü, baharda yağmur yağarsa
    Ve yaz güneşleri ekinlerini yetirirse severler.
    Hayal güçleri kıttır ve hiçbir yeniliğe
    -Bu verimi yüksek bir tohum bile olsa-
    Sonuçlarını görmeden inanmazlar.
    Dünyanın gelişimine bir katkıları yoktur.
    Mülk düşkünüdürler amansız derecede
    Bir ülkenin geleceği
    Küçücük topraklarının ipoteği altındadır.
    Ve birer kaya parçası gibi dururlar su geçirmeden
    Zamanın derin ırmakları önünde…

    Köylüleri, söyleyin nasıl
    Nasıl kurtaralım?

    YanıtlaSil
  7. İsmet ÖZEL/ Akla Karşı Tezler

    1.
    Gecenin üçüdür en uygun zaman, bahse girerim
    düşünün: sabah çok yakın
    oysa ışıltı yok ortalıkta
    nerdeyse gece bitmiş ama sürmekte karanlık
    henüz uyanmış bazıları
    henüz uyumamış bazıları
    bazıları uyanmış uykusuna doymadan
    bazıları uykusuna varmadan doymuş
    görüyorsunuz ilm-i hilaf ü cedel düzeniyle hayat
    nasıl da sürüklüyor kendini
    ve ben bunu kanıtlayabiliyorum
    şu şair halimle
    böylece size ey saygıdeğer erbab-i cumhuriyet
    akıllı ve yetenekli olduğumu
    kanıtlamış oluyorum
    sizler de
    bu derin bilgeliği kavrayarak
    kendi değerinizi ortaya koymuş oluyorsunuz.

    2.
    Ütüsüz bir pantolon kadar tedbirliyim
    tarihi bir gerçek kadar sıkılgan
    bilmem ki Tesalya'daki Termofil
    bir yiğitlik anısı
    bir hayınlık anıtı mı olsa
    yine bilmem quantum kuramını
    öğrenen insan haklı mıdır
    kendini ardıçkuşu sanmakta-
    ben
    yirminci yüzyılın sonlarında
    en uzak uyanışlar ikliminde yaşadım
    bir imparatorluk genişliğindeki gençliğim sırasında
    kadınlardan daha çok birinci şubeye vardım.

    3.
    En mutlu insanlar belki de
    baca temizleyicileridir
    öyle dar, öyle kara karanlık bir yerdedirler ki
    yüreklerini geniş, dayanıklı
    aydınlık tutmak zorundadırlar
    buna yükümlü sayarlar kendilerini.
    Baca temizleyicileri başkalarını sevmekle kalmaz
    başkalarınca sevilirler aynı zamanda
    çünkü herkesi düşünmeyecek kadar mutlu
    herkes tarafından düşünülmeyecek kadar mutludurlar.

    4.
    Köylüleri niçin öldürmeliyiz?
    Bu sorunun karşılığını bulamıyorum
    içinden çıkılmaz bi olay, ama önemsiz
    köylüleri öldürmesek de olur
    hatta onların kalın suratlarını
    görmezlikten gelebiliriz
    yapılacak çok şey var daha
    sözgelimi ben, kendim
    hiç hayıt ağacı görmemişim
    görmeden ölürüm diye korkum da yok
    değil mi ki albatrosu Baudelaire'den
    Yves Bonnefoy'dan semenderi öğrendim
    bir gün bakarsınız
    şu güzelim bilgiç beynimi kırıp
    teneşir tahtası olarak kullanabilirim.

    YanıtlaSil
  8. Ben bu kitabı çok severek okudum. O kadar bizden ki, günlük hayatımızda yaşarız Ahmet Celal' i. Tekrar hatırlattığın için çok teşekkürler..

    YanıtlaSil
  9. Bir dönemi anlamak için okunması gereken kitaplardandır.

    YanıtlaSil
  10. Kesinlikle okunması gerekenlerden :)
    Blogunuz harika!
    Yeni yazımı okumanız beni çok mutlu edecektir. Sevgilerimle!
    http://benirva.blogspot.com/2018/09/kendimi-gelistirmek-istiyorum-diyenler.html

    YanıtlaSil
  11. Çok yakın bir zamanda okuduğum bir eser.Yakup Kadri'nin dilini severim ,o dönem ki pek çok yazar gibi tasvirleri çok canlıdır.Ama bu romandaki köy ve köylü tasvirlerini abartılı şekilde karanlık buldum.Kurtuluş savaşında destan yazan bir milletin köylüsü bu denli duyarsız ve pragmatist olamazdı diye düşünüyorum.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Size katılıyorum. Katkınız için teşekkürler.

      Sil
  12. Türk edebiyatını bana sevdiren kitap :) harikaydı desem yeridir

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Kitaplara Kaçanları ziyaret edip yorum yazdığınız için teşekkürler.

      Sil
  13. Lisede okumuştum ben de, güzeldi :))

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çokça sevilen bir kitap. Yorumunuz için teşekkürler.

      Sil
  14. Uzun önce okuyup tadı damağımda kalan bir kitap...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Öyleyse tekrar okuyun o zaman. Ben sevdiğim kitapları tekrar tekrar okurum.. Her okuyuşum da ayrı keyf alırım. Yorumunuz için teşekkürler.

      Sil
  15. heey okumadım ama okuycam tımams. yakup kadri hatta bütün eserlerini okuyum diyorum. saool :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkürler. Okursanız, kitap hakkındaki değerlendirme yazınızı bloğunuzda görmek isterim.

      Sil
  16. Aslında yalnızca siz değil, bir çoğumuz yalnızız. Belki de bu yüzden kitaplara kaçıyoruz...

    YanıtlaSil
  17. Bu kitabı ortaokulda okumuştum ama konusunu hatırlayamadım. Yeniden okuyabilirim. Teşekkürler.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yorum yazdığınız için ben teşekkür ederim. Tekrar okursanız kitap tanıtım/değerlendirme yazınızı bloğunuzda okumak isterim.

      Sil

  18. Merhabalar yazınızı ilgi ile okuduk arzu ederseniz yazılarınızı ilk olarak günlük 50 bin trafiği olan www.urfa.com sitemizde yayınlamak isteriz iyi günler dileriz iletişim internet@urfa.com

    YanıtlaSil
  19. Yakup Kadri edebiyatımızın yapı taşlarındandır. Bu eseri herkesin mutlaka okuması gerektiğini düşünüyorum. Çok bilgilendirici ve başarılı bir paylaşım olmuş. Teşekkürler. :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yaban ve Yakup Kadri hem ideolojik hemde edebi anlamda bazı tartışmalara veren olsada, romanda Ahmet Celal'in yalnızlığı beni çok etkilemişti.
      Bloğunuzdaki "Edebiyata Yönetmeni Veren Sanatçılar " başlıklı yazılarınızı okumak keyf verici...

      Sil
  20. ben sanki filmini de izlemiştim sinemaya uyarlandı bu roman öyle hatırlıyorum

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Filmi hakkında bilgim yok. Yorum ve ziyaretiniz için teşekkür ederim .

      Sil
  21. Ne zamandır okuma fırsatım olmamıştı, halbuki kardeşimin rafında öylece bekliyor kitap.
    Şimdi ilk sayfalara aldım inşallah.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Umarım okuduğunuzda beğenirsiniz . Yorum ve ziyaretiniz için teşekkür ederim.

      Sil

Yorum Gönder

EN ÇOK OKUNANLAR

GİDEBİLECEĞİ BİR YERİ OLMALI İNSANIN

KİTAPLARA KAÇANLAR

3- KELEBEK VE DALGIÇ / JEAN DOMINIQUE BAUBY

1- İVAN İLYİÇ'İN ÖLÜMÜ / TOLSTOY

BAZEN KAYBEDERKEN KAZANIRSIN (FİLM; AŞKIN GÜCÜ / WHAT DREAMS MAY COME)